27 Eylül 2011 Salı

hava yeni kararmıştı. etrafta her zamankinden fazla insan vardı, gerçekten orda olmaları gerekliymiş gibi. hepsinin sesi birbirine karışıyordu, hepsi de aynıydı benim için. tek derdim biraz yürüyüp hava almaktı ama o kalabalıkta kimseye çarpmadan ilerlemek 
epey zordu. yorgunluktan ve tanımadığım onca yüzü görmeye halim olmadığından kimseye bakmıyordum. bunu yapmayı sürdürmeliydim gerçi, gözlerimi yerden ayırdığım birkaç saniyede anladığım kadarıyla. sinirlendim ve isyankar bir tavırla, 'daha kötüsü olamaz' diye düşündüm. yanıldığımı gösteren işaret tam da  
bu anda belirdi. onlarca ses içinden ayırt edebileceğim birini işitmek,  
o mesafede bulunmak.. daha kötüsü olmuştu işte. adımlarımı hızlandırmak ile sesin peşinden gitmek arasında duran gururumu rahat bıraktım. bir yandan da bilincimin tamamen açık olmamasına şükrediyordum. az görmek, az duymak, az hissetmek  ne güzeldi.. 
ama yetmiyordu işte, ben kendimi unutmuşken bile devam eden şeyler vardı. ölümü kaç kez düşünürse düşünsün insan, kaç türlüsünü hayal ederse etsin bu kadar acı dolusunu istemez eminim.
çünkü böyle anlarda; hayatın akıp gitmek zorunda olduğunu, dünyanın hala döndüğünü bilmek.. daha kötüdür ölümden. eğer aynı çaresizlikte kalırsanız bir gün, siz de bakmayın geriye. yolunuza devam edin, ömrünüz oldukça kaçın o sesten, ömrünüz boyunca duymak istediğiniz sesten...

16 Eylül 2011 Cuma

''kaybedecek hiçbir şeyin kalmadığında özgürsündür.'' cümlesini çok duymuş ve her defasında saçma bulmuştum. hala böyle düşünüyorum ama artık bu sözün kullanılma nedenini anlayabiliyorum. bence durum tek kavramla ilgili: sorumluluk.
öncelikle, sanıyorum herkes 'kaybedecek bir şey kalmadı' diyebilmenin imkansızlığını fark etmiştir. çünkü talihlerin en kötüsüyle karşı karşıya olan; ailesinden, işinden, dostlarından ayrılmış biri bile, hala canlı ve sağlıklıysa bir şeylere sahip demektir. o sözün yanlışlığını kanıtlamak bu kadar basit aslında. peki hangi durumda insanlar böyle düşünmez ve kayıplarını marifet gibi görebileceği bir fikri benimser? tabii ki üstlenilecek sorumluluklardan kaçmak istediklerinde.
her kazancımız beraberinde bazı görevler getirir. örneğin sağlıklı ve başarılı olmak, mutlu bir aile ve arkadaş ortamında bulunabilmek için yapmamız gerekenler vardır. ama bunları yapamadığımızda, yani olmak istediğimiz insana yakışan şekilde davranamadığımızda, huzursuzluğumuzu gidermek için bahaneler üretiriz. eksikliklerden, yanlışlıklardan şikayet ederek vicdan azabından kurtulmaya çalışırız. örnekte bahsettiğim kişi sorumluluk duygusu gelişmemiş biriyse (ki o duruma gelebildiğine göre öyledir heralde), büyük ihtimalle kalan ömrünü çöpe atacaktır. yaptığı hataları kabullenip yeni ve doğru bir yol çizmek yerine; suçu çevresindekilere atacak, her şeyin boş ve amaçsız olduğundan yakınacak ama kişiliğindeki sorunlar hakkında pek düşünmeyecektir. bunun nedeni de özgüveni değil, bulacağı kusurlarla ilgili korkuları olacaktır.
sorumluluk sahibi kişi ise, değiştirmesi gereken şeyler olduğunun bilinciyle kendisine karşı dürüst davranır. hayalindeki geleceğe kavuşmanın geçmişi doğru değerlendirmekle mümkün olacağını bilir. yanlışların kaynağını bulur ve bu sırada gerekli özeleştiriyi yapmaktan kaçınmaz. nihayetinde en önemli ama zor kısma gelir: hatalarını tekrarlamayacak, başka kayıplara sebebiyet vermeyecek şekilde davranabilmek. bunu başardığında, hem insanların güvenini tekrar kazanacak hem hayatına daha iyi biri olarak devam edebilecektir. 'özgürleşmek' gibi bahanelere sığınmak zorunda da kalmaz böylece. çünkü bizi tutsak eden, mutluluktan alıkoyanların aslında bu kayıplar olduğunu öğrenmiştir.
benzer örnekleri kendimizde veya etrafta bulabiliriz, önemli gördüğüm için yazmak istedim. hepimiz sahip olduklarımızın değerini bilelim ve  onları kaybetmeyeceğimiz hayatlar yaşayalım :)